21 Mayıs 2016 Cumartesi

Ayasofya Müzesi

6. yüzyıla ait muhteşem Ayasofya (ilahi Bilgelik) Müzesi, tarihi yarımadanın en ünlü ve en çok ziyaret edilen eserlerinden biri. Mozaiklerine ve çağımız insanını bile hayrete düşüre büyüklükteki kubbesine hayran kalacağınız yapı; Sultanahmet Camii ve Yerebatan Sarnıcı'na birkaç adımlık mesafede yer alıyor.
 
 
 
 
 
Bizans tarihçilerine gore ilk Ayasofya, imparator büyük Konstantin'in oğlu Konstantinus tarafından 390 yılında yaptırılmış. Bazilika planlı olan ilk yapı ahşap malzeme ile yapılmış ve bütünüyle yanmış. Bugünkü Ayasofya'nın yapımına ise 532 yılında imparator Justinianus zamanında başlanmış ve 537 yılında ibadete açılmış. Bu projede iki mimar; Miletos'lu İsidoros ve Trallesli Anthemios beraber çalışmış. İnşaat süresince yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve imparatorun çok büyük bir servet harcadığından bahsedilir.
 
 
 
 

İlk önce şehrin en büyük kilisesi olduğu için büyük kilise anlamına gelen "Megali Ecclesia" diye adlandırıldı. Kısa bir süre "Thea Sophia" diye de anılan yapıya 5. yüzyıldan itibaren kutsal bilgelik anlamına gelen "Hagia Sophia" adı verilmiş.
 
 
 
 
Ayasofya'nın ilk yapıldığıda neye benzediğini tam olarak anlayabilmek için önce Sultanahmet meydanında durmanız ve yapıyı zihninizde daha sonra eklenen bölümler olmadan canlandırmanız gerek; işe fetihten sonra eklenen dört minareden başlayın, sonra önünde sıralanmış olan sultan türbeleriyle devam edin, en son Mimar Sinan tarafından ilave edilen devasa payandaları da çıkarın. Tepeye de hac koyarsanız ilk yapıldığı halini canlandırmış olursunuz.
 
 
 

Ayasofya'nın 553, 557 ve 559 yıllarında yaşanan peşpeşe depremlerle kubbesinin yıkılan doğu kısmı mimar İsidoros tarafından onarıldı. Ancak 869 ve 986 yıllarında meydana gelen depremlerde büyük hasar görünce bir süre ibadete kapatılmış. Kapsamlı bir onarımdan geçerek mozaiklerle süslenen Ayasofya 13 Mayıs 994'te tekrar ibadete açılmış.
 
 
 
 
 
Ayasofya'nın Haçlı istilası sırasında Hristiyanlarca yağma edilişi, kapılarının ve kaplamalarının altın sanılarak sökülüşü tarihe büyük bir trajedi olarak geçmiştir. Kilisedeki pek çok değerli eşya ve Hristiyanların kutsallık atfettiği birçok nesne çalınmış. Depremler 14. yüzyılda da bu büyük mabedi etkilemiş, 1317 ve 1346 yıllarında yaşanan depremler sonucu büyük kubbenin bir bölümünün çökmesiyle kilise tekrar ibadete kapatılmış. Halktan alınan özel vergilerle 1354 yılında tekrar onarılarak ibadete açılabilmiş ancak bu Ayasofya'nın kilise olarak son kez ibadete açılış öyküsü olmuş.
 
 
 
 

Kilise olarak 916 yıl Hristiyanların kutsadığı Ayasofya 1453 yılında İstanbul'un fethiyle kilise camiye dönüştürüldükten sonra 481 yıl boyunca da Müslümanların ibadetine sahne olmuş. Cami haline dönüştürüldükten sonra Fatih Sultan Mehmed'in gösterdiği hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler ince bir sıva ile kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribatlardan korunmuştur. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün yüzüne çıkmıştır.
 
 
 

Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de şehrin en büyüğü payesiyle birinci ibadet yeri unvanını korumuş. Bundan sonra da çeşitli onarımlar görmüş; anıtsal görkemi Türk çini ve hat sanatının örnekleriyle yeni bir değer kazanmış. Yapılan eklemelerle mimari görünümü de zaman içinde epey değişmiş.

Kayıtlara göre birçok Osmanlı Sultanı Ayasofya'ya cami niteliği kazandıran eklemeler yapmış. İstanbul fatihi 2. Mehmed Ayasofya'yı camiye çevirdikten sonra ahşap bir minaret ekletmiş. Ahşap minare 16. yüzyıla kadar kullanılmış. Yerine tuğladan yapılan minarenin mimarı ise Sinan'mış. Ayrıca birçok kez çöken kubbesi ise Mimar Sinan'ın binaya istinat duvarı eklemesinden sonra bir daha çökmemiştir. Saray kapısının önündeki minareyi Fatih Sultan Mehmed'in oğlu 2. Beyazıd yaptırmış. Kanuni'nin oğlu 2. Selim'in yaptırdığı diğer iki minareyle de Ayasofya dört minareli son haline kavuşmuştur. 
 
 
 

Ayasofya kaba bir tanımla, büyük bir orta mekan, iki yan mekan, apsis, iç ve dış nartekslerden oluşan bölümleriyle kareye yakın dikdörtgen bir plan üstüne oturur. Kubbesi 55 metre yükseklikte, ortalama 30-31 metre çapıyla devrinin bir mucizesi olarak nitelendirilir. Göğü kapatan bu genişlikte bir kütlenin oluşturacağı karanlık, kubbeyi çevreleyen pencerelerle önlenmiştir. Yapının ağırlığını taşıyan 107 sütunun 40 tanesi aşağıda, 67 tanesi ise yukarıdadır.
 
 
 
 
1847-49 yılları arasında Sultan Abdülmecit İsviçreli Fossati kardeşleri binayı restore etmeleri için görevlendirmiş. Kazasker İzzet efendinin elinden çıkan ve üzerlerinde Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'in isimlerinin hat sanatıyla yazılı olduğu sekiz yuvarlak tablo yine aynı dönemde galeriye asılmış.
 
 
Serafim

 
 
Mozaikleri açısından ayrı bir değer taşıyan Ayasofya'daki en eski mozaikler iç narteks ve yan raflardaki altın yaldızlı geometric ve bitkisel motifli olanlardır. Uzun bir süredir süren restoransyonda ilginç bir gelişme yaşandı. 2009 yılında Ayasofya'nın 160 yıldır üstü örtülü mozaiklerinden biri, Serafim adlı meleğin betimlendiği mozaik gün ışığına kavuştu. Kubbedeki bu mozaiğin 900 ile 1300 yılları arasında yapıldığı düşünülüyor.
 
 
 
 
Ayasofya'nın heybetinin farkına varacağınız en iyi yerler binanın üç tarafı boyunca uzanan ve kadınlar için ibadet yeri sağlayan galeriler. Alt kattan üst kata çıkmanızı sağlayan rampayı tırmanıp galerileri gezmenin en büyüleyici yanı buradaki eşsiz mozaikler.
 
 
 
 
 Ayasofya'daki mozaiklerin en etkileyici olanı Vaftizci Yahya ve Meryem Ana'yı tüm insanlar adına Hz. İsa'dan şefaat isterken gösteren ve "Deesis" olarak adlandırılan alt kısmı yok olmuş mozaik.


Deesis


Galerideki panellerden birinde Pantakrapor Manastırı kurucuları İmparator John Kommenos ve eşi İriene, Meryem Ana ile Hz. İsa'nın yanında tasvir edilmiş. Daha sonradan oğulları Alexious'un tasviri de mozaiğe eklenmiş.


İmparator Kommenos ve İriene

Bir diğer önemli mozaikte de Hz. İsa'nın İmparator 9. Konstantin Momomachos ve eşi Zoe'yi takdis edişi gösteriliyor. İmparatoriçe Zoe, birçok evlilik yapmış olmasına ragmen 50'li yaşlardan sonra ilk evliliğini yaptığı Romanos Argyros'la beraber tasvir edildiği Ayasofya'daki mozaik ile ölümsüzleşmiş. Ancak kocalarının ölümünden dolay yaptığı her evlilikte mozaikteki Zoe tasviri sabit dururken kocasına ait yüz kazınıp yenisi resmedilmiş. Şu an mozaikte son kocası Momomachos'un yüzü bulunuyor.


İmparator Momomachos ve Zoe

Narteksin dışında kalan yan kapıyı kullanarak müzeden çıktığınızda kapının üstünde göreceğiniz ayna aslında arkanızda kalan ve muhtemelen kaçırdığınız muhteşem bir mozaiğe dikkatinizi çekmek için yerleştirilmiş. 10. yüzyıldan kalan mozaikte İmparator Konstantin, Meryem Ana'ya adını taşıyan şehrin maketini, İmparator Jüstinyen ise Ayasofya'nın modelini sunarken betimlenmiş.





Sultan Türbeleri

Girişin hemen sağ tarafıda orjinal olarak Ayasofya'nın vaftizhanesi olarak yapılan ama daha sonra padişahların türbeleri haline getirilen bina var. Hemen yanında ise Mimar Sinan tarafından yapılmış türbeler bölümü bulunuyor.



 
 


Bu muhteşem güzellikteki müzeyi Pazartesi günleri hariç hergün ziyaret edebilirsiniz. Müze Kartı ile giriş ücretsiz. Tüm mozaikleri incelemek, muhteşem galeriyi ve ana holü gezmek için en az 2-3 saat ayırmanızı öneririm, inanın pişman olmayacaksınız.









Hipodrom - At Meydanı

Geç Antik Çağ Mimarlığının Başyapıtı


Bizans döneminin açıkhava stadyumu, bugün Sultanahmet Camii'ne komşuluk yapıyor. İmparatorun, karşılaşmaları özel locasından izlediği arena ateşli taraftar tezehüratlarının yanı sıra tarihin akışıı değiştiren isyanlara da sahe olmuş. Yaklaşık 2000 yıllık bir öykü bu; once yarışların coşkusuna daha sonra da infazların dehşetine şahit olan bu meydanda bir tarih yazılmış.





Bizans'tan Osmanlı'ya geçiş döneminde zamanın usta mimarları tarihe imzalarını atarken, bu meydana saygı duymuşlar ve bunu da geçmişin eserlerine dokunmayarak göstermişler. Osmanlığı döneminde "At Meydanı" adı verilen Hipodrom, şenliklere ve geçitlere şahitlik etmiş.


Hipodrom'un Tarihi


Roma İmparatorluğu döneminde İstanbul'da işa edilmiş en erken tarihli yapılardan biri olan Hipodrom'un ne zaman inşa edildiğine ilişkin farklı görüşler var.

6. yüzyıl kaynaklarına dayanılarak, bağımsız Antik yunan şehirlerinden olan Byzantion'un Septimius Severus tarafından ele geçirilmesinden sonra inşa edilmeye başlandığı ve imperator 1. Konstantinos döneminde de tamamlanarak törenle açıldığı ifade ediliyor. Ancak bunu doğrulayacak herhangi bir arkeolojik veri bulunmamaktadır.

Konstantinos'un daha sonra Konstantinopolis olarak anılacak olan Byzantion'u 330 yılında imparatorluğun yeni başkenti olarak ilan etmesinden sonra, Hipodrom'un 330-337 yılalrında başlatılan geniş kapsamlı imar faaliyetleri sırasında inşa edilmiş olduğu Kabul edilmektedir.



Hipodrom Kalıntıları - Türk ve İslam Eserleri Müzesi


Hipodrom ve Çevresinde Yapılan Kazı Çalışmaları


Hipodrom çevresinde ilk kazı 1855 yılında İngiliz konsolos vekili arkeolog Charles Newton tarafından Yılanlı Sütun'un etrafında yapılmış ve sütunun Delphi'deki Apollon tapınağından getirldiğini gösteren bir yazıt ele geçirilmiş. 1856 yılında Kırım Savaşı nedeniyle İstanbul'da bulunan İngiliz askerleri tarafından kazı devam ettirilmiş ve Örme Sütun ile Dikili Taş'ın kaideleri ortaya çıkarılmış. 1918 ve 1932'de Alman arkeologlar tarafından yapılan kazılar Hipodrom'un boyutları ve mimari özelliklerini ortaya koymaya yönelik olmuş. 1950 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri adına yapılan kazılarda ise Hipodrom'un batı tarafındaki kalıntılar ortaya çıkarılmış.

Ekim 2012-2014 yıllarında Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde yapılan restorasyon çalışmaları sırasında müzenin zemin katında yapılan kazıda, Hipodrom'un batı oturma sıralarına ait tonozlu kalıntılar ortaya çıkarılmış, uzmanlar tarafından gerçekleştirilen çalışmalardan sonra müzenin tehşir alanlarından biri haline getirilmiş.


Hipodrom Kalıntıları - Türk ve İslam Eserleri Müzesi
 
Hipodrom Kalıntıları - Türk ve İslam Eserleri Müzesi


Kentin Sosyal Merkezi Olarak Hipodrom


Antik Çağ kenlerinin önemli sosyal merkezleri olan Hipodromlar, dört atın çektiği iki tekerlekli savaş arabalarıyla yapılan yarışlar, gladiator dövüşleri, çeşitli akrobasi ve dans gösterileri, hayvan mücadeleleri, egzotik hayvanların sergilenmesi gibi çeşitli etkinliklere de sahne olmuş, hatta yargı ve infaz alanı olarak kullanılmış.

Osmanlı Döneminde "At Meydanı" adıyla anılan ve kentin en geniş meydanı olan Hipodrom'da düğün ve sünnet törenleri, çeşitli eğlenceler, at yarışları ve cirit müsabakaları gibi çeşitli etkinlikler yapılmış. Bu ala ayrıca siyasi ayaklamalara da sahne olmuş.



Kayzer II. Wilhelm Çeşmesi - Alman Çeşmesi


Hipodrom'un girişinde, Ayasofya tarafında Mark Spitta tarafından tasarlanmış yeşil kubbel çeşmedir. Eser 1898 yılındaki ziyaretinin anısına Kayzer II. Wilhelm tarafından Sultan 2. Abdülhamid'e armağan edilmiş. Yeşil kubbenin içinde iki liderin mozaikte yapılmış tuğra ve monogramları bulunuyormuş.


Alman Çeşmesi


Hipodrom'un etrafını çevreleyen duvarları süsleyen revaklar ve sütunlar 16. yüzyıla kadar buradaymış, daha sonra başka binaları süslemek için yerlerinden sökülmüş. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde araba yarışçısı Porphyrus'un anısına Hipodrom'a dikilmiş olan iki anıtın kaidelerini görebilirsiniz.

Araba yarışları 13. yüzyılda sona ermiş ve Hipodrom 14. yüzyıldan itibaren bir harabe halini almış. 1609 yılında ise Sultanahmet Camii'nin yapımına başlanmasıyla , Hipodrom'dan geriye kalan alan cirit oynanmak için kullanılmış.


Sultanahmet Camii

Günümüzde parkta görebileceğiniz eserlerin bazıları Hipodrom'un en parlak günlerinden kalma, granit dikilitaş ise muhtemelen haçlıların götüremeyeceği kadar ağır olduğu için hala yerinde duruyor.


Dikilitaş - Theodosios Sütunu - Obelisk


Hipodrom'un ortasındaki granit dikilitaş, ilk olarak eski Mısır'da M.Ö. 1450 yılında 3.Tutmosis adına bir benzeri ile birlikte Karnak'taki Amon-Ra Mabedi önüne yerleştirilmiş. Obelisk'i üzerindeki Mısır'ın hiyeroglif yazısı net bir biçimde görülmektedir. Bu yazı, Tutmosis'in babası için Karnak'ta bir obelisk diktirdiğini ve Mezopotamya'da bir anıt yaptırdığını anlatmaktadır. Ayrıca üzerinde Fİravun ve tanrı Amon-Ra'nın resimleri de vardır.


Dikilitaş


19,59 metre yüksekliğindeki taşın ilk halinin daha yüksek olduğu ve bugüne kalan kısmının, aslının ancak üçte ikisini oluşturduğu söylenebilir. Osmanlı dönemi boyunca Dikilitaş'ın etrafındaki zemin zamanla yükseldiği için kaidenin alt kısmı toğrağa gömülmüş. İngiliz araştırmacı Newton 1857'de kaidenin atrafında bir kazı yaparak en alt seviyeye kadar açmış. Bu tarihten beri Dikilitaş'ın kaidesi, etrafı demir parmaklıklı kare bir çukurun içindedir.


Burmalı Sütun - Yılanlı Sütun


Roma Hipodrom'undan günümüze ulaşabilmiş, Yılanlı Sütun ismiyle de tanınmış tunç anıttır. I. konstantinus'un Roma'nın yeni başkentini kurarken daha önceden önemli tarihi olayları anmak ve kutlamak amacı ile dikilmiş bazı dikilitaşları yeni şehri süslemek amacıyla Hipodrom'a getirip diktirmiş. Bu dikilitaşlardan biri de bu Burmalı Sütun'dur.


Burmalı Sütun

Orjinal haliyle sütunun boyu sekiz metreyi bulmaktadır. Biz bugün bunun ancak beş buçuk metrelik kısmını görmekteyiz. Buradaki zemin zamanla yükseldiği için sütunun alt kısmı yer seviyesinin altında kalmıştır. 19. yüzyılın ortalarında yapılan kazı ile şu anki şekli ortaya çıkarılmış.


Örme Dikilitaş


Örme Obelisk de denilen Örmeli Sütun, günümüze kadar gelebilmiş olan 3 eski anıttan birisidir. Roma Döneminde Konstantinopolis'in araba yarışlarının yapıldığı Hipodrom'un tam ortasında, yarış alanını ikiye ayıran ve "spina" olarak adlandırılan bir set bulunmaktaydı. Bu set üzerinde çeşitli yerlerden buraya taşınmış oln anıtsal yapılar yer alıyordu ve spinan en ucuda son anıt olarak bu örmeli sütun bulunmaktaymış.


Örme Dikilitaş



Geç Antik Çağ mimarisinin başyapıtlarından biri olan, yüzlerce yıllık tarihinde sayısız olaya tanıklık eden ve yıkımlarla karşılaşan Hipodrom, yarımadanın en çok ziyaret edilen yeri olması nedeniyle bugün bir açık hava müzesi haline gelmiş durumda. Çok yoğun yabancı turist akımına uğrayan bu bölgeyi sizlerind e ziyaret etmesini şiddetle tavsiye ederim.