Aydın'ın Söke ilçesi yakınlarında yer alan Magnesia'yı şimdiye dek görmediyseniz ilk fırsatta gitmek için çok nedeniniz var. Antik dönemden günümüze ulaşan izleriyle, her adımınız için heyecan verici biryer. Görkemli Artemis Tapınağı, devasa bir çarşı olan Agora ve içinde kabartmaların yer aldığı dünyadaki tek antik stadyum burada bulunuyor. Antikçağın en büyük eğlence merkezlerinden olan Magnesia, aynı zamanda 300 Spartalı'nın liderinin yaşadığı şehir.
Nasıl gidilir?
Magnesia, Aydın'ın Germencik ilçesinde yer alan Ortaklar beldesine bağlı Tekinköy sınırları içinde kalıyor. Ortaklar - Söke karayolu üzerindeki antik kente sadece özel aracınızla gitmeniz mümkün. İzmir - Aydın otoyolu üzeride Bodrum - Söke sapağından çıkıp 1,5km sonar karşılaşacağıız Magnesia tabelalarını izleyerek gidebilirsiniz.
Çağlar öncesinden gelen zengin tarihe dokunan ülkemizdeki önemli projelerden biri, Batı Anadolu Grubu'nun desteklediği Magnesia Antik Kenti Kazıları 1984'te başlamış. 32 yıldır bu topraklar üzeride geçmişte sürülen yaşama dair çok önemli izlere rastlanmış. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile işbirliği halinde yürütülen proje sayesinde "Dünyanın Kabartmalı Tek Stadyumu" bizim ülkemizde diyebiliyoruz ve "Dünyanın En Eski Kombine Bilet Sistemi" izlerine şahit oluyoruz.
Magnesia Antik Stadyum
Magnesia'nın mermerden inşa edilen stadyumunun duvarlarında boks, binicilik, atıcılık gibi sporların doğuşunu sağlayan oyunların izlerini mermer kabartmalarda sürebilirsiniz. Ayrıca kazanan sporculara ödül olarak verilen çelenklerin frizleri de var. Antik çağların doping olan adamotu ise göreceğiniz bir digger kabartma. Oyunlara çıkan sporcular, performanslarını yükseltmek için adamotunu bir tür ilaç yada kür olarak kullanırmış. Burası aynı zamanda en yüksek stadium olma özelliği de taşıyor. Karşılaşmaların yapıldığı arena bölümünden başlayan merdivenlerle ayaktaki izleyicilere ayrılan üstteki galeriye ulaşıldığında yükseklik 45 metreyi aşıyor.
Magnesia'daki stadium sayesinde, combine bilet sisteminin ve şeref tribune uygulamasının antikçağlara kadar uzandığına şahit olacaksınız. "Proedrie" adı verilen bölüm protokole ayrılmış. Buradaki koltukların yüksek sırtlıklarında ve oturma bölümlerinde çok sayıda yazı yer alıyor.
Diğer bölümler ise farklı kategorilere sahip. 30.000 kişilik stadyumda Efes Antik Kenti'nden gelen izleyiciler için 2.500 koltukluk bir bölüm ayrılmış. Smyrna (İzmir) ve Myus gibi digger şehirlerden gelenlere ayrılan yerler de yine oturma bölümlerine yazılan yazılar sayesinde anlaşılıyor. Ayrıca unvan ve mesleklere gore de gruplama yapılmış. İmparatorun, kent yöneticilerinin, başrahibin nereye oturacağı belliymiş. Fırıncılar, balıkçılar, kuşçular, bahçıvanlar ise koltuklarda adları yazılı meslek grupları arasında yer alıyor.
Magnesialılar şehilerini adeta bir eğlence merkezi olarak inşa etmişler. Stadyum içinde diğer şehirlerden gelenler için düzenledikleri festival, şenlik ve organizasyonlarla para kazanmışlar. Dolayısıyla şehir geçmişin Las Vegas'ı gibiymiş.
Magnesia Antik Tiyatro
Magnesia'da dönemin inşat teknşklerini inceleyebileceğiniz bir antic tiyatroyu da görebilirsiniz. Muhtemelen heyelan nedeniyle inşaası yarım kalmış tiyatronun. Ama jüri koltuklarının olduğu bölümler de dahil ilgi çekici detayları görebileceğiniz tiyatroda, gözünüzde tarihi canlandırmak için biraz da hayal gücüne ihtiyacınız var. Antik dönemin ünlü mimarı Hermogenes'in imzasını taşıyan Artemis Tapınağı kentin sunduğu aşka bir armağan. İlginç detaylar arasında umumi tuvalet sisteminin en eski uygulamalarından birine şahit olmak da var. Üstelik tuvaletlere bağlanan antic su kaynağı hala çalışıyor.
Magnesia Tarihi
Antik dönemin ünlü kumandanı Themistokles ilk kurulan Magnesia'yı yönetenler arasında olmuş. MÖ 460'larda Pers Kralı 1. Artakserkses, kenti sürgüne gönderlen Atina'lı komutan Themistokles'e vermiş. O da burayı kendine başkent yaparak ölünceye kadar yaşamış. Themistokles'i "300 Spartalı" filminin devamı olan "300 Bir İmparatorluğun Yükselişi" filmini izleyenler hemen hatırlayacaktır. Sadece sikkeleriyle tanınan bu ilk Magnesia, MÖ 399'da terk edilmiş.
İlk şehre verilen "Magnesia ad Maeandrum" adı "Menderes Nehri Kenarındaki Magnesia" anlamına geliyor. Gümüşdağ amaçlarında, Arkaik dönemden beri orada bulunan Artemis Leukophryene Tapınağı'nın olduğu yerde kurulan ikinci yani bugünkü Magnesia kenti ise Menderes'in bir kolu olan antic Lethaios (Gümüşçay) kenarında yer almasına ragmen eski adıyla anılmaya devam etmiş. İyonya'da, Efes-Priene-Tralles üçgenini birbirine bağlayan yollar üzerinde askeri ve ticari açıdan stratejik bir konuma sahip bir noktaya kurulan Magnesia, geçmişte tahıl üretimi ve bugün olduğu gibi incileriyle ünlüymüş. MS 3. yüzyıla ait sikkelerde burası Anadolu'nun 7. kenti olarak geçiyor. Bizans imparatorluğu ise 12. yüzyıla kadar Magnesia'yı piskoposluk merkezi olarak kullanmış.
Kahverengi Tabelalar
10 Eylül 2016 Cumartesi
21 Mayıs 2016 Cumartesi
Ayasofya Müzesi
6. yüzyıla ait muhteşem Ayasofya (ilahi Bilgelik) Müzesi, tarihi yarımadanın en ünlü ve en çok ziyaret edilen eserlerinden biri. Mozaiklerine ve çağımız insanını bile hayrete düşüre büyüklükteki kubbesine hayran kalacağınız yapı; Sultanahmet Camii ve Yerebatan Sarnıcı'na birkaç adımlık mesafede yer alıyor.
Bizans tarihçilerine gore ilk Ayasofya, imparator büyük Konstantin'in oğlu Konstantinus tarafından 390 yılında yaptırılmış. Bazilika planlı olan ilk yapı ahşap malzeme ile yapılmış ve bütünüyle yanmış. Bugünkü Ayasofya'nın yapımına ise 532 yılında imparator Justinianus zamanında başlanmış ve 537 yılında ibadete açılmış. Bu projede iki mimar; Miletos'lu İsidoros ve Trallesli Anthemios beraber çalışmış. İnşaat süresince yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve imparatorun çok büyük bir servet harcadığından bahsedilir.
İlk önce şehrin en büyük kilisesi olduğu için büyük kilise anlamına gelen "Megali Ecclesia" diye adlandırıldı. Kısa bir süre "Thea Sophia" diye de anılan yapıya 5. yüzyıldan itibaren kutsal bilgelik anlamına gelen "Hagia Sophia" adı verilmiş.
Ayasofya'nın ilk yapıldığıda neye benzediğini tam olarak anlayabilmek için önce Sultanahmet meydanında durmanız ve yapıyı zihninizde daha sonra eklenen bölümler olmadan canlandırmanız gerek; işe fetihten sonra eklenen dört minareden başlayın, sonra önünde sıralanmış olan sultan türbeleriyle devam edin, en son Mimar Sinan tarafından ilave edilen devasa payandaları da çıkarın. Tepeye de hac koyarsanız ilk yapıldığı halini canlandırmış olursunuz.
Ayasofya'nın 553, 557 ve 559 yıllarında yaşanan peşpeşe depremlerle kubbesinin yıkılan doğu kısmı mimar İsidoros tarafından onarıldı. Ancak 869 ve 986 yıllarında meydana gelen depremlerde büyük hasar görünce bir süre ibadete kapatılmış. Kapsamlı bir onarımdan geçerek mozaiklerle süslenen Ayasofya 13 Mayıs 994'te tekrar ibadete açılmış.
Ayasofya'nın Haçlı istilası sırasında Hristiyanlarca yağma edilişi, kapılarının ve kaplamalarının altın sanılarak sökülüşü tarihe büyük bir trajedi olarak geçmiştir. Kilisedeki pek çok değerli eşya ve Hristiyanların kutsallık atfettiği birçok nesne çalınmış. Depremler 14. yüzyılda da bu büyük mabedi etkilemiş, 1317 ve 1346 yıllarında yaşanan depremler sonucu büyük kubbenin bir bölümünün çökmesiyle kilise tekrar ibadete kapatılmış. Halktan alınan özel vergilerle 1354 yılında tekrar onarılarak ibadete açılabilmiş ancak bu Ayasofya'nın kilise olarak son kez ibadete açılış öyküsü olmuş.
Kilise olarak 916 yıl Hristiyanların kutsadığı Ayasofya 1453 yılında İstanbul'un fethiyle kilise camiye dönüştürüldükten sonra 481 yıl boyunca da Müslümanların ibadetine sahne olmuş. Cami haline dönüştürüldükten sonra Fatih Sultan Mehmed'in gösterdiği hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler ince bir sıva ile kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribatlardan korunmuştur. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün yüzüne çıkmıştır.
Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de şehrin en büyüğü payesiyle birinci ibadet yeri unvanını korumuş. Bundan sonra da çeşitli onarımlar görmüş; anıtsal görkemi Türk çini ve hat sanatının örnekleriyle yeni bir değer kazanmış. Yapılan eklemelerle mimari görünümü de zaman içinde epey değişmiş.
Kayıtlara göre birçok Osmanlı Sultanı Ayasofya'ya cami niteliği kazandıran eklemeler yapmış. İstanbul fatihi 2. Mehmed Ayasofya'yı camiye çevirdikten sonra ahşap bir minaret ekletmiş. Ahşap minare 16. yüzyıla kadar kullanılmış. Yerine tuğladan yapılan minarenin mimarı ise Sinan'mış. Ayrıca birçok kez çöken kubbesi ise Mimar Sinan'ın binaya istinat duvarı eklemesinden sonra bir daha çökmemiştir. Saray kapısının önündeki minareyi Fatih Sultan Mehmed'in oğlu 2. Beyazıd yaptırmış. Kanuni'nin oğlu 2. Selim'in yaptırdığı diğer iki minareyle de Ayasofya dört minareli son haline kavuşmuştur.
Ayasofya kaba bir tanımla, büyük bir orta mekan, iki yan mekan, apsis, iç ve dış nartekslerden oluşan bölümleriyle kareye yakın dikdörtgen bir plan üstüne oturur. Kubbesi 55 metre yükseklikte, ortalama 30-31 metre çapıyla devrinin bir mucizesi olarak nitelendirilir. Göğü kapatan bu genişlikte bir kütlenin oluşturacağı karanlık, kubbeyi çevreleyen pencerelerle önlenmiştir. Yapının ağırlığını taşıyan 107 sütunun 40 tanesi aşağıda, 67 tanesi ise yukarıdadır.
1847-49 yılları arasında Sultan Abdülmecit İsviçreli Fossati kardeşleri binayı restore etmeleri için görevlendirmiş. Kazasker İzzet efendinin elinden çıkan ve üzerlerinde Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'in isimlerinin hat sanatıyla yazılı olduğu sekiz yuvarlak tablo yine aynı dönemde galeriye asılmış.
Mozaikleri açısından ayrı bir değer taşıyan Ayasofya'daki en eski mozaikler iç narteks ve yan raflardaki altın yaldızlı geometric ve bitkisel motifli olanlardır. Uzun bir süredir süren restoransyonda ilginç bir gelişme yaşandı. 2009 yılında Ayasofya'nın 160 yıldır üstü örtülü mozaiklerinden biri, Serafim adlı meleğin betimlendiği mozaik gün ışığına kavuştu. Kubbedeki bu mozaiğin 900 ile 1300 yılları arasında yapıldığı düşünülüyor.
Ayasofya'nın heybetinin farkına varacağınız en iyi yerler binanın üç tarafı boyunca uzanan ve kadınlar için ibadet yeri sağlayan galeriler. Alt kattan üst kata çıkmanızı sağlayan rampayı tırmanıp galerileri gezmenin en büyüleyici yanı buradaki eşsiz mozaikler.
Ayasofya'daki mozaiklerin en etkileyici olanı Vaftizci Yahya ve Meryem Ana'yı tüm insanlar adına Hz. İsa'dan şefaat isterken gösteren ve "Deesis" olarak adlandırılan alt kısmı yok olmuş mozaik.
Galerideki panellerden birinde Pantakrapor Manastırı kurucuları İmparator John Kommenos ve eşi İriene, Meryem Ana ile Hz. İsa'nın yanında tasvir edilmiş. Daha sonradan oğulları Alexious'un tasviri de mozaiğe eklenmiş.
Bir diğer önemli mozaikte de Hz. İsa'nın İmparator 9. Konstantin Momomachos ve eşi Zoe'yi takdis edişi gösteriliyor. İmparatoriçe Zoe, birçok evlilik yapmış olmasına ragmen 50'li yaşlardan sonra ilk evliliğini yaptığı Romanos Argyros'la beraber tasvir edildiği Ayasofya'daki mozaik ile ölümsüzleşmiş. Ancak kocalarının ölümünden dolay yaptığı her evlilikte mozaikteki Zoe tasviri sabit dururken kocasına ait yüz kazınıp yenisi resmedilmiş. Şu an mozaikte son kocası Momomachos'un yüzü bulunuyor.
Narteksin dışında kalan yan kapıyı kullanarak müzeden çıktığınızda kapının üstünde göreceğiniz ayna aslında arkanızda kalan ve muhtemelen kaçırdığınız muhteşem bir mozaiğe dikkatinizi çekmek için yerleştirilmiş. 10. yüzyıldan kalan mozaikte İmparator Konstantin, Meryem Ana'ya adını taşıyan şehrin maketini, İmparator Jüstinyen ise Ayasofya'nın modelini sunarken betimlenmiş.
Sultan Türbeleri
Girişin hemen sağ tarafıda orjinal olarak Ayasofya'nın vaftizhanesi olarak yapılan ama daha sonra padişahların türbeleri haline getirilen bina var. Hemen yanında ise Mimar Sinan tarafından yapılmış türbeler bölümü bulunuyor.
Bu muhteşem güzellikteki müzeyi Pazartesi günleri hariç hergün ziyaret edebilirsiniz. Müze Kartı ile giriş ücretsiz. Tüm mozaikleri incelemek, muhteşem galeriyi ve ana holü gezmek için en az 2-3 saat ayırmanızı öneririm, inanın pişman olmayacaksınız.
Bizans tarihçilerine gore ilk Ayasofya, imparator büyük Konstantin'in oğlu Konstantinus tarafından 390 yılında yaptırılmış. Bazilika planlı olan ilk yapı ahşap malzeme ile yapılmış ve bütünüyle yanmış. Bugünkü Ayasofya'nın yapımına ise 532 yılında imparator Justinianus zamanında başlanmış ve 537 yılında ibadete açılmış. Bu projede iki mimar; Miletos'lu İsidoros ve Trallesli Anthemios beraber çalışmış. İnşaat süresince yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve imparatorun çok büyük bir servet harcadığından bahsedilir.
İlk önce şehrin en büyük kilisesi olduğu için büyük kilise anlamına gelen "Megali Ecclesia" diye adlandırıldı. Kısa bir süre "Thea Sophia" diye de anılan yapıya 5. yüzyıldan itibaren kutsal bilgelik anlamına gelen "Hagia Sophia" adı verilmiş.
Ayasofya'nın ilk yapıldığıda neye benzediğini tam olarak anlayabilmek için önce Sultanahmet meydanında durmanız ve yapıyı zihninizde daha sonra eklenen bölümler olmadan canlandırmanız gerek; işe fetihten sonra eklenen dört minareden başlayın, sonra önünde sıralanmış olan sultan türbeleriyle devam edin, en son Mimar Sinan tarafından ilave edilen devasa payandaları da çıkarın. Tepeye de hac koyarsanız ilk yapıldığı halini canlandırmış olursunuz.
Ayasofya'nın 553, 557 ve 559 yıllarında yaşanan peşpeşe depremlerle kubbesinin yıkılan doğu kısmı mimar İsidoros tarafından onarıldı. Ancak 869 ve 986 yıllarında meydana gelen depremlerde büyük hasar görünce bir süre ibadete kapatılmış. Kapsamlı bir onarımdan geçerek mozaiklerle süslenen Ayasofya 13 Mayıs 994'te tekrar ibadete açılmış.
Ayasofya'nın Haçlı istilası sırasında Hristiyanlarca yağma edilişi, kapılarının ve kaplamalarının altın sanılarak sökülüşü tarihe büyük bir trajedi olarak geçmiştir. Kilisedeki pek çok değerli eşya ve Hristiyanların kutsallık atfettiği birçok nesne çalınmış. Depremler 14. yüzyılda da bu büyük mabedi etkilemiş, 1317 ve 1346 yıllarında yaşanan depremler sonucu büyük kubbenin bir bölümünün çökmesiyle kilise tekrar ibadete kapatılmış. Halktan alınan özel vergilerle 1354 yılında tekrar onarılarak ibadete açılabilmiş ancak bu Ayasofya'nın kilise olarak son kez ibadete açılış öyküsü olmuş.
Kilise olarak 916 yıl Hristiyanların kutsadığı Ayasofya 1453 yılında İstanbul'un fethiyle kilise camiye dönüştürüldükten sonra 481 yıl boyunca da Müslümanların ibadetine sahne olmuş. Cami haline dönüştürüldükten sonra Fatih Sultan Mehmed'in gösterdiği hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler ince bir sıva ile kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribatlardan korunmuştur. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün yüzüne çıkmıştır.
Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de şehrin en büyüğü payesiyle birinci ibadet yeri unvanını korumuş. Bundan sonra da çeşitli onarımlar görmüş; anıtsal görkemi Türk çini ve hat sanatının örnekleriyle yeni bir değer kazanmış. Yapılan eklemelerle mimari görünümü de zaman içinde epey değişmiş.
Kayıtlara göre birçok Osmanlı Sultanı Ayasofya'ya cami niteliği kazandıran eklemeler yapmış. İstanbul fatihi 2. Mehmed Ayasofya'yı camiye çevirdikten sonra ahşap bir minaret ekletmiş. Ahşap minare 16. yüzyıla kadar kullanılmış. Yerine tuğladan yapılan minarenin mimarı ise Sinan'mış. Ayrıca birçok kez çöken kubbesi ise Mimar Sinan'ın binaya istinat duvarı eklemesinden sonra bir daha çökmemiştir. Saray kapısının önündeki minareyi Fatih Sultan Mehmed'in oğlu 2. Beyazıd yaptırmış. Kanuni'nin oğlu 2. Selim'in yaptırdığı diğer iki minareyle de Ayasofya dört minareli son haline kavuşmuştur.
Ayasofya kaba bir tanımla, büyük bir orta mekan, iki yan mekan, apsis, iç ve dış nartekslerden oluşan bölümleriyle kareye yakın dikdörtgen bir plan üstüne oturur. Kubbesi 55 metre yükseklikte, ortalama 30-31 metre çapıyla devrinin bir mucizesi olarak nitelendirilir. Göğü kapatan bu genişlikte bir kütlenin oluşturacağı karanlık, kubbeyi çevreleyen pencerelerle önlenmiştir. Yapının ağırlığını taşıyan 107 sütunun 40 tanesi aşağıda, 67 tanesi ise yukarıdadır.
1847-49 yılları arasında Sultan Abdülmecit İsviçreli Fossati kardeşleri binayı restore etmeleri için görevlendirmiş. Kazasker İzzet efendinin elinden çıkan ve üzerlerinde Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'in isimlerinin hat sanatıyla yazılı olduğu sekiz yuvarlak tablo yine aynı dönemde galeriye asılmış.
Serafim |
Mozaikleri açısından ayrı bir değer taşıyan Ayasofya'daki en eski mozaikler iç narteks ve yan raflardaki altın yaldızlı geometric ve bitkisel motifli olanlardır. Uzun bir süredir süren restoransyonda ilginç bir gelişme yaşandı. 2009 yılında Ayasofya'nın 160 yıldır üstü örtülü mozaiklerinden biri, Serafim adlı meleğin betimlendiği mozaik gün ışığına kavuştu. Kubbedeki bu mozaiğin 900 ile 1300 yılları arasında yapıldığı düşünülüyor.
Ayasofya'nın heybetinin farkına varacağınız en iyi yerler binanın üç tarafı boyunca uzanan ve kadınlar için ibadet yeri sağlayan galeriler. Alt kattan üst kata çıkmanızı sağlayan rampayı tırmanıp galerileri gezmenin en büyüleyici yanı buradaki eşsiz mozaikler.
Ayasofya'daki mozaiklerin en etkileyici olanı Vaftizci Yahya ve Meryem Ana'yı tüm insanlar adına Hz. İsa'dan şefaat isterken gösteren ve "Deesis" olarak adlandırılan alt kısmı yok olmuş mozaik.
Deesis |
Galerideki panellerden birinde Pantakrapor Manastırı kurucuları İmparator John Kommenos ve eşi İriene, Meryem Ana ile Hz. İsa'nın yanında tasvir edilmiş. Daha sonradan oğulları Alexious'un tasviri de mozaiğe eklenmiş.
İmparator Kommenos ve İriene |
Bir diğer önemli mozaikte de Hz. İsa'nın İmparator 9. Konstantin Momomachos ve eşi Zoe'yi takdis edişi gösteriliyor. İmparatoriçe Zoe, birçok evlilik yapmış olmasına ragmen 50'li yaşlardan sonra ilk evliliğini yaptığı Romanos Argyros'la beraber tasvir edildiği Ayasofya'daki mozaik ile ölümsüzleşmiş. Ancak kocalarının ölümünden dolay yaptığı her evlilikte mozaikteki Zoe tasviri sabit dururken kocasına ait yüz kazınıp yenisi resmedilmiş. Şu an mozaikte son kocası Momomachos'un yüzü bulunuyor.
İmparator Momomachos ve Zoe |
Narteksin dışında kalan yan kapıyı kullanarak müzeden çıktığınızda kapının üstünde göreceğiniz ayna aslında arkanızda kalan ve muhtemelen kaçırdığınız muhteşem bir mozaiğe dikkatinizi çekmek için yerleştirilmiş. 10. yüzyıldan kalan mozaikte İmparator Konstantin, Meryem Ana'ya adını taşıyan şehrin maketini, İmparator Jüstinyen ise Ayasofya'nın modelini sunarken betimlenmiş.
Sultan Türbeleri
Girişin hemen sağ tarafıda orjinal olarak Ayasofya'nın vaftizhanesi olarak yapılan ama daha sonra padişahların türbeleri haline getirilen bina var. Hemen yanında ise Mimar Sinan tarafından yapılmış türbeler bölümü bulunuyor.
Bu muhteşem güzellikteki müzeyi Pazartesi günleri hariç hergün ziyaret edebilirsiniz. Müze Kartı ile giriş ücretsiz. Tüm mozaikleri incelemek, muhteşem galeriyi ve ana holü gezmek için en az 2-3 saat ayırmanızı öneririm, inanın pişman olmayacaksınız.
Etiketler:
ayasofya,
deesis,
hagia sofia,
hz. isa,
justinianus,
Konstantin,
meali ecclesia,
meryem aa,
mimar sinan,
momomachos,
mozaik,
narteks,
osmanlı,
seraphim,
sultanahmet,
zoe
Hipodrom - At Meydanı
Geç Antik Çağ Mimarlığının Başyapıtı
Bizans döneminin açıkhava stadyumu, bugün Sultanahmet Camii'ne komşuluk yapıyor. İmparatorun, karşılaşmaları özel locasından izlediği arena ateşli taraftar tezehüratlarının yanı sıra tarihin akışıı değiştiren isyanlara da sahe olmuş. Yaklaşık 2000 yıllık bir öykü bu; once yarışların coşkusuna daha sonra da infazların dehşetine şahit olan bu meydanda bir tarih yazılmış.
Bizans'tan Osmanlı'ya geçiş döneminde zamanın usta mimarları tarihe imzalarını atarken, bu meydana saygı duymuşlar ve bunu da geçmişin eserlerine dokunmayarak göstermişler. Osmanlığı döneminde "At Meydanı" adı verilen Hipodrom, şenliklere ve geçitlere şahitlik etmiş.
Hipodrom'un Tarihi
Roma İmparatorluğu döneminde İstanbul'da işa edilmiş en erken tarihli yapılardan biri olan Hipodrom'un ne zaman inşa edildiğine ilişkin farklı görüşler var.
6. yüzyıl kaynaklarına dayanılarak, bağımsız Antik yunan şehirlerinden olan Byzantion'un Septimius Severus tarafından ele geçirilmesinden sonra inşa edilmeye başlandığı ve imperator 1. Konstantinos döneminde de tamamlanarak törenle açıldığı ifade ediliyor. Ancak bunu doğrulayacak herhangi bir arkeolojik veri bulunmamaktadır.
Konstantinos'un daha sonra Konstantinopolis olarak anılacak olan Byzantion'u 330 yılında imparatorluğun yeni başkenti olarak ilan etmesinden sonra, Hipodrom'un 330-337 yılalrında başlatılan geniş kapsamlı imar faaliyetleri sırasında inşa edilmiş olduğu Kabul edilmektedir.
Hipodrom ve Çevresinde Yapılan Kazı Çalışmaları
Hipodrom çevresinde ilk kazı 1855 yılında İngiliz konsolos vekili arkeolog Charles Newton tarafından Yılanlı Sütun'un etrafında yapılmış ve sütunun Delphi'deki Apollon tapınağından getirldiğini gösteren bir yazıt ele geçirilmiş. 1856 yılında Kırım Savaşı nedeniyle İstanbul'da bulunan İngiliz askerleri tarafından kazı devam ettirilmiş ve Örme Sütun ile Dikili Taş'ın kaideleri ortaya çıkarılmış. 1918 ve 1932'de Alman arkeologlar tarafından yapılan kazılar Hipodrom'un boyutları ve mimari özelliklerini ortaya koymaya yönelik olmuş. 1950 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri adına yapılan kazılarda ise Hipodrom'un batı tarafındaki kalıntılar ortaya çıkarılmış.
Ekim 2012-2014 yıllarında Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde yapılan restorasyon çalışmaları sırasında müzenin zemin katında yapılan kazıda, Hipodrom'un batı oturma sıralarına ait tonozlu kalıntılar ortaya çıkarılmış, uzmanlar tarafından gerçekleştirilen çalışmalardan sonra müzenin tehşir alanlarından biri haline getirilmiş.
Kentin Sosyal Merkezi Olarak Hipodrom
Antik Çağ kenlerinin önemli sosyal merkezleri olan Hipodromlar, dört atın çektiği iki tekerlekli savaş arabalarıyla yapılan yarışlar, gladiator dövüşleri, çeşitli akrobasi ve dans gösterileri, hayvan mücadeleleri, egzotik hayvanların sergilenmesi gibi çeşitli etkinliklere de sahne olmuş, hatta yargı ve infaz alanı olarak kullanılmış.
Osmanlı Döneminde "At Meydanı" adıyla anılan ve kentin en geniş meydanı olan Hipodrom'da düğün ve sünnet törenleri, çeşitli eğlenceler, at yarışları ve cirit müsabakaları gibi çeşitli etkinlikler yapılmış. Bu ala ayrıca siyasi ayaklamalara da sahne olmuş.
Kayzer II. Wilhelm Çeşmesi - Alman Çeşmesi
Hipodrom'un girişinde, Ayasofya tarafında Mark Spitta tarafından tasarlanmış yeşil kubbel çeşmedir. Eser 1898 yılındaki ziyaretinin anısına Kayzer II. Wilhelm tarafından Sultan 2. Abdülhamid'e armağan edilmiş. Yeşil kubbenin içinde iki liderin mozaikte yapılmış tuğra ve monogramları bulunuyormuş.
Hipodrom'un etrafını çevreleyen duvarları süsleyen revaklar ve sütunlar 16. yüzyıla kadar buradaymış, daha sonra başka binaları süslemek için yerlerinden sökülmüş. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde araba yarışçısı Porphyrus'un anısına Hipodrom'a dikilmiş olan iki anıtın kaidelerini görebilirsiniz.
Araba yarışları 13. yüzyılda sona ermiş ve Hipodrom 14. yüzyıldan itibaren bir harabe halini almış. 1609 yılında ise Sultanahmet Camii'nin yapımına başlanmasıyla , Hipodrom'dan geriye kalan alan cirit oynanmak için kullanılmış.
Günümüzde parkta görebileceğiniz eserlerin bazıları Hipodrom'un en parlak günlerinden kalma, granit dikilitaş ise muhtemelen haçlıların götüremeyeceği kadar ağır olduğu için hala yerinde duruyor.
Dikilitaş - Theodosios Sütunu - Obelisk
Hipodrom'un ortasındaki granit dikilitaş, ilk olarak eski Mısır'da M.Ö. 1450 yılında 3.Tutmosis adına bir benzeri ile birlikte Karnak'taki Amon-Ra Mabedi önüne yerleştirilmiş. Obelisk'i üzerindeki Mısır'ın hiyeroglif yazısı net bir biçimde görülmektedir. Bu yazı, Tutmosis'in babası için Karnak'ta bir obelisk diktirdiğini ve Mezopotamya'da bir anıt yaptırdığını anlatmaktadır. Ayrıca üzerinde Fİravun ve tanrı Amon-Ra'nın resimleri de vardır.
19,59 metre yüksekliğindeki taşın ilk halinin daha yüksek olduğu ve bugüne kalan kısmının, aslının ancak üçte ikisini oluşturduğu söylenebilir. Osmanlı dönemi boyunca Dikilitaş'ın etrafındaki zemin zamanla yükseldiği için kaidenin alt kısmı toğrağa gömülmüş. İngiliz araştırmacı Newton 1857'de kaidenin atrafında bir kazı yaparak en alt seviyeye kadar açmış. Bu tarihten beri Dikilitaş'ın kaidesi, etrafı demir parmaklıklı kare bir çukurun içindedir.
Burmalı Sütun - Yılanlı Sütun
Roma Hipodrom'undan günümüze ulaşabilmiş, Yılanlı Sütun ismiyle de tanınmış tunç anıttır. I. konstantinus'un Roma'nın yeni başkentini kurarken daha önceden önemli tarihi olayları anmak ve kutlamak amacı ile dikilmiş bazı dikilitaşları yeni şehri süslemek amacıyla Hipodrom'a getirip diktirmiş. Bu dikilitaşlardan biri de bu Burmalı Sütun'dur.
Orjinal haliyle sütunun boyu sekiz metreyi bulmaktadır. Biz bugün bunun ancak beş buçuk metrelik kısmını görmekteyiz. Buradaki zemin zamanla yükseldiği için sütunun alt kısmı yer seviyesinin altında kalmıştır. 19. yüzyılın ortalarında yapılan kazı ile şu anki şekli ortaya çıkarılmış.
Örme Dikilitaş
Örme Obelisk de denilen Örmeli Sütun, günümüze kadar gelebilmiş olan 3 eski anıttan birisidir. Roma Döneminde Konstantinopolis'in araba yarışlarının yapıldığı Hipodrom'un tam ortasında, yarış alanını ikiye ayıran ve "spina" olarak adlandırılan bir set bulunmaktaydı. Bu set üzerinde çeşitli yerlerden buraya taşınmış oln anıtsal yapılar yer alıyordu ve spinan en ucuda son anıt olarak bu örmeli sütun bulunmaktaymış.
Geç Antik Çağ mimarisinin başyapıtlarından biri olan, yüzlerce yıllık tarihinde sayısız olaya tanıklık eden ve yıkımlarla karşılaşan Hipodrom, yarımadanın en çok ziyaret edilen yeri olması nedeniyle bugün bir açık hava müzesi haline gelmiş durumda. Çok yoğun yabancı turist akımına uğrayan bu bölgeyi sizlerind e ziyaret etmesini şiddetle tavsiye ederim.
Bizans döneminin açıkhava stadyumu, bugün Sultanahmet Camii'ne komşuluk yapıyor. İmparatorun, karşılaşmaları özel locasından izlediği arena ateşli taraftar tezehüratlarının yanı sıra tarihin akışıı değiştiren isyanlara da sahe olmuş. Yaklaşık 2000 yıllık bir öykü bu; once yarışların coşkusuna daha sonra da infazların dehşetine şahit olan bu meydanda bir tarih yazılmış.
Bizans'tan Osmanlı'ya geçiş döneminde zamanın usta mimarları tarihe imzalarını atarken, bu meydana saygı duymuşlar ve bunu da geçmişin eserlerine dokunmayarak göstermişler. Osmanlığı döneminde "At Meydanı" adı verilen Hipodrom, şenliklere ve geçitlere şahitlik etmiş.
Hipodrom'un Tarihi
Roma İmparatorluğu döneminde İstanbul'da işa edilmiş en erken tarihli yapılardan biri olan Hipodrom'un ne zaman inşa edildiğine ilişkin farklı görüşler var.
6. yüzyıl kaynaklarına dayanılarak, bağımsız Antik yunan şehirlerinden olan Byzantion'un Septimius Severus tarafından ele geçirilmesinden sonra inşa edilmeye başlandığı ve imperator 1. Konstantinos döneminde de tamamlanarak törenle açıldığı ifade ediliyor. Ancak bunu doğrulayacak herhangi bir arkeolojik veri bulunmamaktadır.
Konstantinos'un daha sonra Konstantinopolis olarak anılacak olan Byzantion'u 330 yılında imparatorluğun yeni başkenti olarak ilan etmesinden sonra, Hipodrom'un 330-337 yılalrında başlatılan geniş kapsamlı imar faaliyetleri sırasında inşa edilmiş olduğu Kabul edilmektedir.
Hipodrom Kalıntıları - Türk ve İslam Eserleri Müzesi |
Hipodrom ve Çevresinde Yapılan Kazı Çalışmaları
Hipodrom çevresinde ilk kazı 1855 yılında İngiliz konsolos vekili arkeolog Charles Newton tarafından Yılanlı Sütun'un etrafında yapılmış ve sütunun Delphi'deki Apollon tapınağından getirldiğini gösteren bir yazıt ele geçirilmiş. 1856 yılında Kırım Savaşı nedeniyle İstanbul'da bulunan İngiliz askerleri tarafından kazı devam ettirilmiş ve Örme Sütun ile Dikili Taş'ın kaideleri ortaya çıkarılmış. 1918 ve 1932'de Alman arkeologlar tarafından yapılan kazılar Hipodrom'un boyutları ve mimari özelliklerini ortaya koymaya yönelik olmuş. 1950 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri adına yapılan kazılarda ise Hipodrom'un batı tarafındaki kalıntılar ortaya çıkarılmış.
Ekim 2012-2014 yıllarında Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde yapılan restorasyon çalışmaları sırasında müzenin zemin katında yapılan kazıda, Hipodrom'un batı oturma sıralarına ait tonozlu kalıntılar ortaya çıkarılmış, uzmanlar tarafından gerçekleştirilen çalışmalardan sonra müzenin tehşir alanlarından biri haline getirilmiş.
Hipodrom Kalıntıları - Türk ve İslam Eserleri Müzesi |
Hipodrom Kalıntıları - Türk ve İslam Eserleri Müzesi |
Kentin Sosyal Merkezi Olarak Hipodrom
Antik Çağ kenlerinin önemli sosyal merkezleri olan Hipodromlar, dört atın çektiği iki tekerlekli savaş arabalarıyla yapılan yarışlar, gladiator dövüşleri, çeşitli akrobasi ve dans gösterileri, hayvan mücadeleleri, egzotik hayvanların sergilenmesi gibi çeşitli etkinliklere de sahne olmuş, hatta yargı ve infaz alanı olarak kullanılmış.
Osmanlı Döneminde "At Meydanı" adıyla anılan ve kentin en geniş meydanı olan Hipodrom'da düğün ve sünnet törenleri, çeşitli eğlenceler, at yarışları ve cirit müsabakaları gibi çeşitli etkinlikler yapılmış. Bu ala ayrıca siyasi ayaklamalara da sahne olmuş.
Kayzer II. Wilhelm Çeşmesi - Alman Çeşmesi
Hipodrom'un girişinde, Ayasofya tarafında Mark Spitta tarafından tasarlanmış yeşil kubbel çeşmedir. Eser 1898 yılındaki ziyaretinin anısına Kayzer II. Wilhelm tarafından Sultan 2. Abdülhamid'e armağan edilmiş. Yeşil kubbenin içinde iki liderin mozaikte yapılmış tuğra ve monogramları bulunuyormuş.
Alman Çeşmesi |
Hipodrom'un etrafını çevreleyen duvarları süsleyen revaklar ve sütunlar 16. yüzyıla kadar buradaymış, daha sonra başka binaları süslemek için yerlerinden sökülmüş. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde araba yarışçısı Porphyrus'un anısına Hipodrom'a dikilmiş olan iki anıtın kaidelerini görebilirsiniz.
Araba yarışları 13. yüzyılda sona ermiş ve Hipodrom 14. yüzyıldan itibaren bir harabe halini almış. 1609 yılında ise Sultanahmet Camii'nin yapımına başlanmasıyla , Hipodrom'dan geriye kalan alan cirit oynanmak için kullanılmış.
Sultanahmet Camii |
Günümüzde parkta görebileceğiniz eserlerin bazıları Hipodrom'un en parlak günlerinden kalma, granit dikilitaş ise muhtemelen haçlıların götüremeyeceği kadar ağır olduğu için hala yerinde duruyor.
Dikilitaş - Theodosios Sütunu - Obelisk
Hipodrom'un ortasındaki granit dikilitaş, ilk olarak eski Mısır'da M.Ö. 1450 yılında 3.Tutmosis adına bir benzeri ile birlikte Karnak'taki Amon-Ra Mabedi önüne yerleştirilmiş. Obelisk'i üzerindeki Mısır'ın hiyeroglif yazısı net bir biçimde görülmektedir. Bu yazı, Tutmosis'in babası için Karnak'ta bir obelisk diktirdiğini ve Mezopotamya'da bir anıt yaptırdığını anlatmaktadır. Ayrıca üzerinde Fİravun ve tanrı Amon-Ra'nın resimleri de vardır.
Dikilitaş |
19,59 metre yüksekliğindeki taşın ilk halinin daha yüksek olduğu ve bugüne kalan kısmının, aslının ancak üçte ikisini oluşturduğu söylenebilir. Osmanlı dönemi boyunca Dikilitaş'ın etrafındaki zemin zamanla yükseldiği için kaidenin alt kısmı toğrağa gömülmüş. İngiliz araştırmacı Newton 1857'de kaidenin atrafında bir kazı yaparak en alt seviyeye kadar açmış. Bu tarihten beri Dikilitaş'ın kaidesi, etrafı demir parmaklıklı kare bir çukurun içindedir.
Burmalı Sütun - Yılanlı Sütun
Roma Hipodrom'undan günümüze ulaşabilmiş, Yılanlı Sütun ismiyle de tanınmış tunç anıttır. I. konstantinus'un Roma'nın yeni başkentini kurarken daha önceden önemli tarihi olayları anmak ve kutlamak amacı ile dikilmiş bazı dikilitaşları yeni şehri süslemek amacıyla Hipodrom'a getirip diktirmiş. Bu dikilitaşlardan biri de bu Burmalı Sütun'dur.
Burmalı Sütun |
Orjinal haliyle sütunun boyu sekiz metreyi bulmaktadır. Biz bugün bunun ancak beş buçuk metrelik kısmını görmekteyiz. Buradaki zemin zamanla yükseldiği için sütunun alt kısmı yer seviyesinin altında kalmıştır. 19. yüzyılın ortalarında yapılan kazı ile şu anki şekli ortaya çıkarılmış.
Örme Dikilitaş
Örme Obelisk de denilen Örmeli Sütun, günümüze kadar gelebilmiş olan 3 eski anıttan birisidir. Roma Döneminde Konstantinopolis'in araba yarışlarının yapıldığı Hipodrom'un tam ortasında, yarış alanını ikiye ayıran ve "spina" olarak adlandırılan bir set bulunmaktaydı. Bu set üzerinde çeşitli yerlerden buraya taşınmış oln anıtsal yapılar yer alıyordu ve spinan en ucuda son anıt olarak bu örmeli sütun bulunmaktaymış.
Örme Dikilitaş |
Geç Antik Çağ mimarisinin başyapıtlarından biri olan, yüzlerce yıllık tarihinde sayısız olaya tanıklık eden ve yıkımlarla karşılaşan Hipodrom, yarımadanın en çok ziyaret edilen yeri olması nedeniyle bugün bir açık hava müzesi haline gelmiş durumda. Çok yoğun yabancı turist akımına uğrayan bu bölgeyi sizlerind e ziyaret etmesini şiddetle tavsiye ederim.
3 Şubat 2015 Salı
Mevlana Müzesi
Hz. Mevlana
Mevlana Celaleddin Rumi 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğmuş. Döneminin ünlü bilginlerinden "Sultanül Ulema" denilen babası Bahaeddin Veled ve ailesinin öteki bireyleriyle 1229'da Konya'ya yerleştiler. İyi bir eğitim almış olan Mevlana tasavvuf şiirleriyle ve kurucusu olduğu Mevlevilikle günümüzde de dünya çapında üne sahiptir.
Mevlana 1244'te Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra ders vermeyi bırakıp kendini bütünüyle tasavvufi düşünceye adadı. Doğu şiirinin yüzyıllara yayılan birikimi içinde en başarılı yapıtlarından biri sayılan 25.618 beyitten oluşan Mesnevi'yi Farsça oalrak bu dönemde yazdı. Vaazları, rubaileri ve mektuplarının yanı sıra 43.000 beyitten oluşan bir de Divan'ı vardır.
|
Mevlana Müzesi |
Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı'nın ilk çekirdeğini babasının mezarı oluşturdu. Babası 1231'de ölünce surların yakınındaki gül bahçesine gömüldü. Daha sonra Mevlana onun başucunda hazırlanan kabre gömüldü.
Mevlana 1273 yılında ölünce oğlu Sultan Veled, türbe yaptırmak isteyen müritlerin isteğini kabul etti. Mevlana'nın babası öldüğünde de müritleri bir türbe yapılması için ısrar etmiş ama Mevlana "Gök kubbeden daha iyi kubbe mi olur" diyerek izin vermemişti.
Kubbe-i Hadra / Yeşil Kubbe |
Kubbei Hadra (Yeşil Kubbe) denilen türbenin mimarı Tebrizli Bedrettin'dir, bu türbe dört fil ayağının üstüne yapılmıştır. Bu tarihten sonra inşaat faaliyetleri hiç bitmemiş ve eklemelerle 19. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Mevlevi dergahı ve türbe, 1926 yılında Konya "Asarı Atika Müzesi" adı altında hizmete açıldı. "Mevlana Müzesi" adını ise 1954 yılında yeniden düzenlenerek açılışında aldı. Bu müze bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı'na en çok gelir getiren ikinci müzedir.
Mevlana Müzesi
Müzenin avlusuna "dervişan" kapısından giriliyor. Derviş hücreleri avlunun kuzey ve batı yönü boyunca sıralanıyor. Güney yönünde matbah ve Hürrem Paşa türbesinden sonra Üçler Mezarlığı'na açılan "Susmuşlar" kapısı ile son buluyor.
Huzur-u Pir (Türbe)
Burası her ne kadar müze olsa da aslında bir türbe. Bu yüzden içeri girerken bayanların başını kapaması gerekiyr. Ayakkabılarımızı da kapıda çıkarıp içeri giriyoruz. İçeride fotoğraf çekmek yasak ama ben bloğum için kaçak 1-2 resim çekebildim :)
Mevlana Müzesi'nde sergilenen eserler arasında; Tilavet Odası'nda çeşitli hat örnekleri, semahanede halılar, madeni ve ahşap eserlerle bazı müzik aletleri, mescit kısmında halı ve ahşap kapı örnekleri, cilt, hat ve tazhip örnekleri, derviş hücrelerinde ise kıymetli halılar sayılabilir.
Semahane
Semahane bölümü, mescid bölümü ile birlikte Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Bu bölümde sema, 1926 yılında dergah müze olana kadar devam etmiş. Günümüzde semahanenin uygun duvarlarında tarihi halılar ve Mevlevi musiki aletleri sergilenmektedir.
Semahane |
Matbah Bölümü
Matbah bölümü, Sultan 3. Murat tarafından yaptırılmış. Dergah müzeye dönüştürülene kadar yemek ihtiyacı bu bölümde karşılanmış. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen tahtada yemek yeme adabı bu bölümde mankenler ile anlatılmaya çalışılmış.
Matbah |
Somat |
Kısa Konya gezimiz boyunca gezmekten en zevk aldığım bölüm kesinlikle burasıydı. Mevlevi kültürünü çok detaylı bilmesem de bu mekanın insana huzur verdiği kesin. Eğer imkanlarınız el veriyorsa Konya sadece 1 saatlik uçuş kadar uzak. Ayrıca artık İstanbul'dan hızlı tren seferleri de başladı. Sabah gidip akşam dönecek şekilde bir günlük plan yapıp bile gidilebilir. Kesinlikle görülmesi gereken yerlerde üst sıralarda bulunuyor.
Etiketler:
hayat gezince güzel,
hızlı tren,
kahverengi tabelalar,
Konya,
mesnevi,
metbah,
mevlana,
mevlana müzesi,
mevlevi,
sema,
somat,
şems,
tilavet,
yeşil kubbe
1 Haziran 2014 Pazar
Bergama
2013 yılında Kurban Bayramı tatilimizi Ege turu yaparak geçirdik; Manisa ve Çeşme'de güzel vakit geçirdikten sonra dönüş yolumuzu Bergama üzerinden yaparak çok uzun zamandır görmek istediğim bu antik kenti gezme fırsatı yarattık.
İzmir - Bergama arası mesafe yaklaşık 105 km. Öncelikle Bergama ilçe merkezindeki Bergama Müzesi'ni geziyoruz. Arkeolojik alan ise yine Bergama ilçesindeki 2 ayrı bölümden oluşuyor : Akspelion ve Akropol
Bergama Müzesi
Bu müzede arkeolojik kazılarda çıkarılan eserler sergilenmektedir. Müzede Erken Tunç döneminden Bizans dönemine kadar değişik dönemlere ait arkeolojik eserler sergilenmektedir ve bunların çoğu Bergama ve çevresinde yapılan kazılardan çıkarılmıştır.
Müze Pazartesi dışında hergün açıktır ve müze kart geçerlidir.
İzmir - Bergama arası mesafe yaklaşık 105 km. Öncelikle Bergama ilçe merkezindeki Bergama Müzesi'ni geziyoruz. Arkeolojik alan ise yine Bergama ilçesindeki 2 ayrı bölümden oluşuyor : Akspelion ve Akropol
Bergama Müzesi
Bu müzede arkeolojik kazılarda çıkarılan eserler sergilenmektedir. Müzede Erken Tunç döneminden Bizans dönemine kadar değişik dönemlere ait arkeolojik eserler sergilenmektedir ve bunların çoğu Bergama ve çevresinde yapılan kazılardan çıkarılmıştır.
Müze Pazartesi dışında hergün açıktır ve müze kart geçerlidir.
Bergama Müzesi |
İmparator Hadrianus |
Akslepieion
Kentin günaybatısındaki Akslepieion, sağlık tanrısı Akslepios'un kutsal alanı olup antikçağın en önemli şifa merkezlerinden biriydi. Müze girişinde Müze Kartımızı gösterip içeri giriyoruz.
Girişte her iki tarafı sütunlu taş yoldan geçerek ana meydana varıyoruz. Burası sağlık merkezine ulaşan anayol aynı zamanda. Ana meydanda da birçok mermer sütun bulunuyor.
Meydanın tam ortasındaki antik çeşmeden akan su ve yanındaki ağaç sıcaktan bunalanlar için kurtuluş noktası.
Çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra tiyatroya doğru yöneliyoruz. Tiyatro çok iyi korunmuş durumda. Yaklaşık 3.500 kişilik tiyatronun tepesine çıkıp kalıntılara yukarıdan bakıyoruz.
Sütunlu yol |
Girişte her iki tarafı sütunlu taş yoldan geçerek ana meydana varıyoruz. Burası sağlık merkezine ulaşan anayol aynı zamanda. Ana meydanda da birçok mermer sütun bulunuyor.
Meydanın tam ortasındaki antik çeşmeden akan su ve yanındaki ağaç sıcaktan bunalanlar için kurtuluş noktası.
Çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra tiyatroya doğru yöneliyoruz. Tiyatro çok iyi korunmuş durumda. Yaklaşık 3.500 kişilik tiyatronun tepesine çıkıp kalıntılara yukarıdan bakıyoruz.
Akslepieion kutsal alanı, antik çağın önemli sağlık merkezlerinden biriydi. Geçmişi İÖ 4. yüzyıla kadar uzanıyor ve İS 5. yüzyıla kadar kullanıldığı biliniyor. Yani yaklaşık 900 yıl sağlık dağıtan bir merkez olmuş burası. Aynı zamanda dönemin ünlü hekimlerinin yetiştiği önemli bir tıp okulu ve dünyanın ilk psikiyatri hastanesi. Yüzyıllar önce buradaki hekimler hastalarını çamur banyoları, meditasyon, aroma terapi, su ve müzikle tedavi ediyordu.
Tiyatronun hemen altındaki serin bölge bir zamanlar kutsal suyun aktığı alandı. Şu anda akan suyun da aynı su olduğuna inanılıyor. Bu su içme ve yıkanma amacıyla kullanılıyordu. Özellikle psikiyatri hastaları bu suyla temizleniyor, beyazlar giydirilerek yine bu kutsal suyun sesinin duyulduğu uyuma odalarında dinleniyormuş. Hastalar uyuduktan sonra odanın tepesindeki deliklerden su sesi eşliğinde onlara hasta olmadıkları telkin ediliyormuş.
Tiyatronun hemen altındaki serin bölge bir zamanlar kutsal suyun aktığı alandı. Şu anda akan suyun da aynı su olduğuna inanılıyor. Bu su içme ve yıkanma amacıyla kullanılıyordu. Özellikle psikiyatri hastaları bu suyla temizleniyor, beyazlar giydirilerek yine bu kutsal suyun sesinin duyulduğu uyuma odalarında dinleniyormuş. Hastalar uyuduktan sonra odanın tepesindeki deliklerden su sesi eşliğinde onlara hasta olmadıkları telkin ediliyormuş.
Akslepieion'dan çıkıp Akropol'e doğru yol alıyoruz. Yol boyunca tepenin üstündeki muhteşem manzarası ise bizi kendine çekiyor. Akropol'e çıkmak için öncelikle teleferiğe binmek gerekiyor. Burada öncelikle Kültür Bakanlığı'na olan tepkimi belirtmek istiyorum. Müze Kart ile giriş yapılacak olan Akropol bölgesine teleferikten başka ulaşım yolu yok. Teleferiğin işletmesi ise Bergama Belediyesi'ne ait. Dünyanın birçok yerinde ve de Türkiye'de defalarca teleferiğe bindim. Ama hiç bu kadar faiş bir fiyatlandırma görmedim. Kişibaşı 25TL hiç de normal bir fiyat değil. Normal olanı en fazla 5TL gibi bir fiyat belirlemektir ki buraya gelenler rahat rahat gezsin. Bu konuda Kültür Bakanlığının olaya müdehale etmesi gerektiği görüşündeyiz.
Akropol kalıntılarının bulunması, Anadolu'daki diğer pek çok antik kentinkine benziyor. Batı Anadolu'daki demiryolu çalışmaları yapan Alman mühendis, Pergamon'u tesadüfen bulmuş. Yörede yapılan ilk kazılar sonucu Almanlar buldukları herşeyi ülkelerine kaçırmış. Bunların içinde ise en değerli olanı, parçalara ayrılarak götürülen Büyük Zeus Sunağı. Bu olağanüstü eser günümüzde Berlin Pergamon müzesinde sergileniyor. Bir maketi ise Bergama müzesinde sergilenmekte.
Kente hakim bir tepedeki Akropol hala ayakta. Burada görülmesi gereken en önemli yerlerden biri Athena Tapınağı, Berlin'e götürülen parçaların çoğu buradan alınmış.
Tapınağın arka tarafında barındırdığı 200.000 kitapla Helenistik dönemin en büyük kütüphanelerinden biri bulunuyor. Bu kütüphanenin Antonius'un Kleopatra'ya hediye ettiği rivayet ediliyormuş.
www.bkg.com.tr |
tr.wikipedia.org |
Bergama Antik Kenti'nin meşhur resmi ile yazıma son veriyorum ...
aynurgursoy.blogcu.com |
Etiketler:
akropol,
akslepieion,
antik kent,
arkeoloji,
Bergama,
berlin,
ege,
hadrianus,
izmir,
kahverengi tabelalar,
pergamon,
tıp
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)